Telefonla Ara Whatsapp irtibat Duygular: Yüzeyin Altında Neler Var? - Psikolog Meltem ŞAHİNER
×
Duygular: Yüzeyin Altında Neler Var?

Her bir duygumuz, geçmişimizden bugüne taşıdığımız bir hikâyeyi anlatır. Bazen çok sevindiğimizde gözlerimizde bir damla yaş belirir, çünkü mutluluğumuzun içinde yıllar önce görülmeyen bir çocuğun fark edilme arzusu gizlidir. Ya da öfkelendiğimizde sesimizin titremesi, belki de bir zamanlar susturulmuş bir benliğin haykırma çabasıdır. Duygular basit sinyaller değildir; onlar, hayat boyunca taşıdığımız duygusal mirasın birer yansımasıdır.


Çocukluk, duygularla kurduğumuz ilişkinin ilk sahnesidir. Sevgimizi göstermemize izin verilmişse, yetişkinlikte yakınlıktan korkmayız. Üzüldüğümüzde kucaklanmışsak, bugün acının içinden geçerken kendimize şefkatle yaklaşabiliriz. Ama ya o sahnede duygular bastırıldıysa? Ya korktuğumuzda "abartma" dendi, ya da kızdığımızda "ayıp" denildiyse? İşte o zaman, bazı duygular gizlenir, derinlere gömülür ve yerlerine "izinli" olanlar geçer. Bu nedenle bazı duygular "favori"miz olur. Her durumda "mantıklı" olmaya çalışmak, aslında yıllar önce duygusal olmaya izin verilmediğimizin işaretidir. Ya da hep neşeli görünmeye çalışmak, içimizdeki üzüntüyü gizlemek içindir belki de.


Freud, bastırılmış duyguların bilinçdışına itilerek davranışlarımızı yönlendirdiğini öne sürer. her bastırma bir bedel ödetir; çünkü bastırılan duygu kaybolmaz, farklı maskelerle geri döner. Örneğin, çocukken ifadesine izin verilmeyen öfke, yetişkinlikte pasif agresif davranışlarla ya da kendine yönelen suçlulukla tezahür edebilir.



Transaksiyonel Analiz Yaklaşımı duyguları benzer bir şekilde açıklar. Eric Berne’in geliştirdiği bu kurama göre her birey, yaşamının erken dönemlerinde kendi “yaşam senaryosunu” yazar. Bu senaryo, çevreden alınan açık ya da örtük mesajlara dayanır. Çocukken sık sık “Ağlama, güçlü ol” açık ya da örtük şekilde bu mesajı alan biri, yetişkinlikte üzüntü hissine yabancılaşabilir; ya da “Sana, ancak uslu, akıllı söz dinleyen olursan değer veririz” mesajı, bireyin kendi öfkesini bastırmasına yol açabilir. TA, bastırılmış ya da uygun olmayan yerlerde tekrar eden duyguların çoğunun "sahte duygu" olduğunu ve aslında altında bir "otantik duygu"nun yattığını savunur. Kızgın görünen birinin otantik duygusu korku, sürekli suçlu hisseden birinin otantik duygusunun öfkeli olabilir.


Günümüzde bu yaklaşımlar modern kuramcılar tarafından daha da geliştirilmiştir. Örneğin Nancy McWilliams, bireyin karakter yapısını anlamada duyguların gelişimsel kökenlerine vurgu yaparken; Allan Schore, erken dönem duygusal deneyimlerin beynin sağ yarım küresi üzerindeki etkilerine odaklanarak duyguların nöropsikolojik temelini açıklar. Daniel Siegel ise duygusal entegrasyonun zihinsel esenlikteki önemini vurgularken, Diana Fosha’nın geliştirdiği Hızlandırılmış Deneyimsel Dinamik Psikoterapi (AEDP), bastırılmış duygulara şefkatle yaklaşmanın iyileştirici gücüne dikkat çeker. Tüm bu kuramcılar, duyguların yalnızca düzenlenmesi değil, aynı zamanda "tanınma ve işlenme" sürecinin kişilik gelişimindeki belirleyici rolünü ortaya koyar.


Korku, en eski duygularımızdan biridir. Evrimsel olarak bizi tehlikeden korumak için vardır; yırtıcılardan sakınmak, ani tehditlere karşı kaçmak gibi yaşamsal işlevleri olmuştur. Bebeklikte bakımverenin ortadan kaybolmasıyla başlayan ayrılık kaygısı, korkunun ilk tohumudur. Eğer bu duygunun ifadesine alan tanınmazsa, yetişkinlikte korunmaya yönelik bu doğal sistem aşırı uyarılır. Bu da hayatın içinde sürekli bir tetikte olma hâline dönüşebilir. Oysa korku, bize güvende olmaya ne kadar ihtiyaç duyduğumuzu fısıldar.


Öfke, çoğu zaman kötü bir duygu gibi etiketlenir, ama aslında benliğimizin sınırlarını koruyan güçlü bir enerjidir. Evrimsel olarak bireyin haklarını savunmasına ve grubun düzenini sağlamasına yardımcı olur. Çocuk iki yaş civarında benlik farkındalığı kazandığında öfkeyle tanışır. Bu dönemde duyduğu öfkeye şefkatle eşlik edilen bir çocuk, ileride kendi sınırlarını daha sağlıklı çizebilir. Ancak öfke bastırıldığında, pasif agresiflik ya da içe yönelmiş kızgınlık şeklinde dönüşebilir. Öfkenin altında çoğu zaman görülmemişlik, değersizlik ya da haksızlık duygusu yatar.


Üzüntü, kayıp ve ayrılığın doğal bir yanıtıdır. Evrimsel olarak içe çekilmeye, kendini korumaya ve destek aramaya yönlendirir. Çocuk, sevdiği bir oyuncağını kaybettiğinde, bir arkadaşını özlediğinde bu duyguyu tanır. Eğer “ağlama, güçlü ol” gibi mesajlarla susturulursa, yas tutma becerisi gelişmez. Bastırılmış üzüntü, zamanla donukluk ve depresyon gibi daha derin ruhsal yapılara dönüşebilir. Oysa üzüntü, içsel yumuşamaya ve kabule açılan bir kapıdır.


Sevgi, duygular arasında en çok özlenen ama bazen en çok korkulan duygudur. Evrimsel olarak bağ kurmayı ve yavrunun bakım almasını sağlar. Bebek, bakımverenin sıcaklığına yöneldiğinde, sevgiye olan yatkınlık ilk kez şekillenir. Eğer bu sevgi koşulsuz ve sürekli ise, kişi ileride kendini sevilmeye layık hisseder. Ancak sevgi şarta bağlanmışsa—örneğin yalnızca “uslu çocuk” olduğunda değer görmüşse—yetişkinlikte sevgiye mesafeli ya da bağımlı bir şekilde yaklaşabiliriz. Sevgi, ait olma, görülme ve anlam bulma ihtiyacımızla yakından ilişkilidir.


Suçluluk, bireyin başkalarına zarar verdiğinde ilişkisini onarma ihtiyacını gösteren bir duygudur. Evrimsel olarak grup içinde düzeni korumak için gelişmiştir. Vicdan gelişimiyle yakından bağlantılıdır ve çocuklukta 3-5 yaş arasında ortaya çıkar. Bu yaşta verilen sınırlar şefkatli ve anlamlı olduğunda, suçluluk sağlıklı bir rehber olur. Ancak aşırı ceza ya da utandırma varsa, çocuk kendini kötü hissetmeyi öğrenir. Böylece, ileride kendi duygusal ihtiyaçlarını bile suçlulukla bastırabilir. Gerçek suçluluk ilişkisel sorumluluk taşırken, yapay suçluluk bir kontrol biçimidir.


Neşe, anda olmanın ve içsel canlılığın duygusudur. Evrimsel olarak sosyal bağları güçlendirmek, oyunla öğrenmeyi kolaylaştırmak gibi işlevleri vardır. Bebeklikteki ilk kahkahalar, oyun oynarken oluşan göz teması, neşenin temelidir. Ancak çocuklukta “fazla gülme, başına bir şey gelir” gibi uyarılarla bastırılmışsa, kişi keyif alma becerisini kaybedebilir. Neşe aslında varoluşun en saf onayıdır ve oyun, keşif, özgürlük gibi psikolojik ihtiyaçlarla iç içedir.


Utanç, en derin benlik duygusunu zedeleyen bir duygudur. Evrimsel olarak sosyal düzeni sağlamak için işlev görse de, aşırı ve toksik biçimde yaşandığında kişinin kendi varlığını sorgulamasına yol açar. Çocuklukta sık sık kıyaslanan, ayıplanan ya da değersizleştirilen çocuk, “ben kötü biriyim” algısını içselleştirir. Bu duygu, hem öz-değeri hem de ilişkileri gölgeler. Oysa sağlıklı bir utanç, bize sınırları öğretirken, kalıcı bir değersizlik duygusuna dönüşmemelidir.


Sıkılma, yüzeyde anlamsız ya da boş bir his gibi görünse de aslında oldukça işlevsel bir iç sinyaldir. Evrimsel olarak, çevrede uyarıcı bir değişiklik olmadığında organizmayı harekete geçmeye, keşfetmeye ve risk almaya yönlendirir. Bu anlamda hayatta kalma becerilerimizi geliştiren bir dürtüdür. Gelişimsel olarak, çocuk oyun oynamaya ya da yaratıcı etkinliklere yönelmediğinde sıkıldığını ifade eder; eğer bu duyguya alan tanınırsa, zamanla kendi iç kaynaklarına erişmeyi öğrenir. Ancak sürekli dışsal uyaranlarla oyalanmaya alıştırılmış bir çocuk, yetişkinlikte içsel boşlukla kalmakta zorlanabilir. Sıkılma, aslında “şu anki yaşantımda benim için anlamlı bir şey yok” diyen bir çağrıdır; yeni bir yönelime, keşfe ya da durup içe bakmaya davettir.


Kıskançlık, çoğunlukla utandırılan ya da bastırılan bir duygudur ama altında oldukça insani bir ihtiyaç yatar: özel olmak, ait olmak ve değer görmek. Evrimsel olarak kıskançlık, sosyal bağları ve üreme stratejilerini korumak için evrilmiştir. Grup içinde konumumuzu, kaynaklara erişimimizi ya da ilişkisel bağlılıklarımızı tehdit altında hissettiğimizde bu duygu ortaya çıkar. Gelişimsel açıdan çocuk, kardeşi olduğunda ya da annesinin ilgisi başka bir çocuğa yöneldiğinde kıskançlığı deneyimler. Bu duyguya empatik ve açıklayıcı şekilde eşlik edilirse, yerini güvene bırakır. Ancak kıyaslanan ya da değersiz hissettirilen çocuk, kıskançlığı gizli bir rekabete ya da kendine yönelmiş öfkeye dönüştürebilir. Kıskançlık, sevgiye, ilgilenilmeye ve önemsenmeye dair derin bir ihtiyacın ifadesidir.


Özlem, zaman ya da mekân bakımından erişilemeyene duyulan duygusal bir köprüdür. Evrimsel olarak, gruptan uzak kalan bireyin geri dönme motivasyonunu artırır. Bağ kurduğumuz kişi ya da yerlere yönelen bu duygu, bize kim olduğumuzu ve neye değer verdiğimizi hatırlatır. Çocuk, annesi işe gittiğinde onu özlediğini söyler; bu, bağlanmanın sürdüğüne dair bir içsel işarettir. Özlem, hem geçmişle temas kurma hem de gelecekte yeniden kavuşma arzusu taşıyan bir duygudur. Bastırıldığında donukluk ve kopukluk yaratabilir. Oysa özlem, yalnızca kaybedileni değil, anlamlı olanı da onurlandırır; bizi bağlarımızla yeniden buluşturur.


Bastırılmış duygular kaybolmaz; onları taşırız. Bedenimizde, ilişkilerimizde, kararlarımızda iz bırakırlar. O yüzden duygularımıza dürüstçe bakmak bir cesaret işidir. Ne hissettiğimizi anlamaya çalışmak, sadece bugünümüzü değil, geçmişimizde görünmeyen çocukluk fotoğraflarını da, geleceğimizin tozlu sayfalarını da aydınlatır.

Kendimize şu iki basit soruyu sorarak başlayabiliriz:

1.      En kolay hissettiğim duygular hangileridir?

2.      En zor kabul ettiğim duygular hangileridir?

Duygularımız sadece hissettiklerimizin değil; kim olduğumuzun sessiz ama güçlü anlatıcılarıdır.

 

 

Saygı ve sevgilerimle… 

×